9 Eylül 2012 Pazar

Kendi Kendine Gizli Sabotajı 10 Adımda Bulun ve Durdurun



    Az bilinen ve çoğu zaman inkâr edilen bir gerçek var ki insanlar size sizin gizlice istediğiniz biçimde davranırlar. Başkalarının size nasıl davranacağını belirleyen sessiz talebiniz, karşılaştığınız herkesi kapsar ve herkes tarafından algılanır.

   İçinizdeki görünmeyen yaşam nedir? Herhangi bir insan ya da olay ile karşılaştığınızda, görünmeye çalıştığınız şeklin tersine, esas hissettiklerinizdir.

    Başka bir deyişle, içinizdeki görünmeyen yaşam, gerçek içsel durumunuzdur. Herhangi bir sözcük alışverişi olmadan çok önce, başkalarıyla iletişim kuran iç halinizdir. Sizinle karşılaşan biri, önce iç benliğinizden gelen bu sessiz işaretleri algılar. Bu noktadan itibaren, söz konusu işaretlerin okunmasıyla, ilişkinin temeli oluşur. Ne zaman iki insan karşılaşsa perde arkasında süren bu görünmez diyalog, genel olarak “birbirini tartmak” olarak algılanır.

   Genellikle, önümüzde bir güç olarak duran ve başkalarını da etkilemeye çalışan, keşfedilmemiş bir zayıflık tarafından kendimize karşı davranmaya zorlanırız. Bu, kendi kendine gizli sabotajdır. Bir torpilin, vurduğu gemiyi harap etmesi gibi, bu sabotaj da kişisel ve iş ilişkilerimizde dibe vurmamıza neden olur.

   Kontrol etme ya da baskın çıkma ihtiyacı duyduğunuz, böylece “istediğiniz” biçimde muamele göreceğinizi umduğunuz herhangi bir kişi, her zaman sizi kontrol edecek ve size davranışları buna göre olacaktır. Neden? Çünkü herhangi bir istekte bulunduğunuz bir kişi, psikolojik açıdan düşünürsek, her zaman gizlice sizi kontrol eder.

   Hiç kimse durup dururken bir başkasına göre daha güçlü ya da üstün olma isteği duymaz. Ancak içinde diğer kişiye göre daha zayıf ya da yetersiz olduğunu gizliden gizliye hisseden bir ruhsal karakter varsa, bu olabilir.

   Başka bir kişinin önünde güçlü görünmek için yaptığımız her hareket, aslında o kişi tarafından bir zayıflık olarak algılanır. Bu tespitten şüphe duyuyorsanız, kendi ilişkilerinize ait eski etkileşim ve sonuçları gözden geçirin. Genel kural şudur; başkalarının saygısını kazanmak için ne kadar çok uğraşırsanız, kazanma şansınız o kadar azalır.

   Öyleyse, iş başındaymış gibi görünmek amacıyla davranış kalıp ya da tekniklerini öğrenerek başkalarının size karşı muamelelerini değiştirmeye çalışmanın bir anlamı yoktur. Güçlü olmaya çalışmaktan vazgeçin. Bunun yerine, kendinizi zayıf davranmak üzereyken yakalayın. Bu garip talimata çok şaşırmayın. Kısa bir açıklama, bu önerinin akılcı yanını ortaya çıkaracaktır. Aşağıda, başkalarıyla ilişkilerinizi güçlendirdiğinizi sanarak yanılgıya düştüğünüz ve büyük ihtimalle kendinizi gizlice sabote ettiğiniz durumlara 10 örnek sıralanıyor:

1. Bir kimsenin gözüne girmek için ona yaltaklanmak.
2. Birinin iyiliği için zoraki ilgi göstermek.
3. Ortamı yumuşatmak için önemsiz şeyler söylemek.
4. Birinin sözünden çıkmamak.
5. Birinin onayını almaya çalışmak.
6. Birinin size kızgın olup olmadığını sormak.
7. Nazik bir sözcük aramak.
8. Birini etkilemeye çalışmak.
9. Dedikodu yapmak.
10. Başkalarına kendiniz hakkında açıklama yapmak. 

   Bir dahaki sefer yukarıdaki davranışlardan herhangi birine teslim olmak üzere olduğunuzu hissettiğinizde, kendinize hızlı ve basit bir iç test uygulayın. Bu test, kendinizi sabote etmenize neden olabilecek, keşfedilmemiş zayıflıkları arayıp bulmanıza ve yok etmenize yardımcı olacaktır.

   Ne yapmalısınız? Bir baskı kontrolü yapın. Nasıl yapacaksınız?

   Uyanık davranın ve yapmak üzere olduğunuz açıklamanın ya da size sorulmadan vermek üzere olduğunuz yanıtın gerçekten istediğiniz şey olup olmadığını anlamak için, kendi içinizde ruh halinizi hızla gözden geçirin. Yapmazsanız oluşabilecek açıklanmamış bir sonuçtan korktuğunuz için mi konuşmaya yeltendiniz?

   İçten içe bir baskı hissettiğinizi bilmek, şu gerçeğin kanıtıdır: Açıklamanın, yaltaklanmanın, etkilemenin, gevezeliğin ya da içsel baskıyla yapmaya zorlandığınız ve kendi kendini sabote etmeye yönelik herhangi bir hareketin temelinde siz değil, bir tür korku vardır.

   Kendinizi kapıp koyuvermenizi salık veren bu baskıyı hissettiğiniz her an, onun taleplerine teslim olarak baskıyı ortadan kaldırmayı, kibarca ama kararlı bir biçimde reddedin. Siz kanıp fırsat vermedikçe korkunun hiçbir söz hakkı olmadığını bilirseniz, başarıya daha çabuk ulaşabilirsiniz. Dolayısıyla, sessiz kalın. Bilinçli sessizliğiniz, kendi kendine sabotajı durdurur.

Özel Özet: Yaşamınızın her anında, ya kendinizi yönetirsiniz ya da yönetilirsiniz. 

Yazar: Guy FINLEY

www.hayatimdegisti.com

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Güneş...

       
         Güneş ne güzel duruyor olduğu yerde...Öylece ...her günkü gibi ,"Değişen ne var ki ben yine benim sen yine sensin" diyor... 
         Sonra birşey oluyor ...canı neye sıkılıyor bilmiyorum arkasını dönüyor ..." Ne değişiyor acaba?" diyor içimde ufacık birisi...Neyse ki uyandığımda barışmış oluyoruz, ufacık çok mutlu bundan...Gün ışığının aydınlattığı gülüşü herşeyden güzel...O arkamızdayken daha büyüğüz üstelik...
         Siz de barışın onunla...Güneşinizle ve içinizdeki ufacık biriyle ...

27 Temmuz 2012 Cuma

Bir Gün İşte...



        Her gün gibi bir gün...dışarısı çok sıcak... kuş seslerini içeride dinliyorum ... hayır cam pencere açık değil, gayet de dijital kayıttan dinliyorum.Ses sistemine yüzlerce kuş kaçmış gibi ama olsun her gün mütemadiyen dinliyorum robot kuşlarımı. Evet onlara robot kuşlarım diyorum. Beni rahatlatıyorlar... Lokum için aynı şeyi söyleyebilir miyim bilmiyorum. Genelde huzurluysa da yapısı gereği kuş sesi duyunca yakalamak istiyor garibim ama ortada kuş yok.... Haa bir de kuvartz taşım var bu aralar yanımdan ayırmadığım. Avucumda , cebimde nereye gitsem benimle bazen unutuyorum varlığını oturduğum yerde bir şey batıyor ,bakıyorum Kri . Evet adını Kri koydum. Ne var yani orkidelerimin de adı var ; Gönül ve Şefkat ! Ayrıca onlar da robot kuşları dinlemekten memnun bence... 

      Adını kısaca  Kri koyduğum taşımın ( böyle söyleyince krikoyu andırsa da ) endamı küçük fakaaaat ; kahinlerin geleceği okudukları  kürelerinin ham maddesi aslında, o anlı şanlı bir dağ kristali !  Neyse bu anlı şanlı ufaklığı cebimde unutup çamaşır makinesine atmam umarım.Her ne kadar akan suda yükünden kurtulsa  da bu şekilde olmasını istemem zira suyun saf olması tercihim. Ardından iyi enerji yüklensin diye bir de bu bıcırığın güneşlenmesini sağlıyorum. Taş terapisi mi yapıyoruz tarhana mı seriyoruz belli değil  ! Şimdi bu Kri'nin özellikleri saymakla bitmiyor . Negatif enerjiyi itmek,ruhsal ve zihinsel sınırlardan kurtarmak,ruhsal dengeyi sağlamak veraire vesaire..Akla gelebilecek her türlü iyi şey var benim Kriciğimde işte ... 
      
      Klimayı açıyorum,kuşlarıma öt komutu veriyorum, seriyorum yere matımı beden çalışıyorum. Ardından mini mini  bir meditasyon denemesinden sonra kitabımı alıyorum,uzatıyorum patilerimi ...Derin bir nefes alıp dalıyorum kitabımın dünyasına....Şu hale bak ,sanki dışarısı cehennem gibi değil , zebaniler buzdolabımızı bozmamış, servis bizi kazıklamamış ,sinirden küplere binmemişim... Gevşiyorum ve rahatlıyorum  ... Dağ başında evliya olmak kolay derler. Aaaaa niye öyle diyorlar!  Uygun koşullar sağlanırsa şehirde de olunur diye dalga geçtim az önce kendimle...
  
      Ailemi özledim ben... bari seslerini duyayım diyorum , annemi aradım ama çok azdır çalan telefona cevap verdiği, babamı arıyorum...Önceki gün İzmir'in yerel kanallarından birinde bir programa konuk olmuş şiir hakkında konuşmuşlar. Sunucu duayen diye tanıtmış babamı o da böyle söylenince ne yapacağını bilememiş. Biraz utanmış benim anladığım ,fazla mütevazıdır..."Duayen değilim ki ben." diyor, "Duayen önceden ünlü olan yaşlı sanatçılara denir , ben sadece yaşlıyım !" Ah babacığım yalnız bu sözünle bile benim için duayensin...
                            
      Babam telefon konuşmamızın bir yerinde  bana  'Yavrum sen  iyi kalpli ve çocuk ruhlu bir insansın.' dedi. Önce çok tatlı buldum bu söylediğini ,fakat sonra biraz garipsedim...Hatta içimde demlendikçe bu söz , bana kendimi terkedilmiş hissettirdi...Belki çok saçma gelecek ama birini çocuk ruhlu diye tanımlamak için onun büyümüş olduğunu kabullenmek gerekmez mi? Evet tamam babam benim adam olduğumu düşünüyor diye sevinebilirim de ama hani  "50  yaşına da gelsen sen bizim için çocuksun" diyorlardı...Babam niye babam gibi davranmıyor ki ! Birden çocukluğum beni terketmiş gibi geldiyse o an, kendi ailem de dahil çevremdeki tüm anne babalardan bu gibi sözleri duymuş olduğum içindir diyorum ve toplumun ruhsal dengemize ve değer yargılarımıza nasıl da çaktırmadan müdahale ettiğini düşünüyorum yine... Karar verdim, bu konuşmadan babamın benim büyüdüğümü iyi anlamda kabullendiğini  anlayacağım! 

      Oh be bu konuda da kafamı rahatlattığıma  göre kaldığım yerden okumaya devam edeyim...Eeee robot kuşlarım susmuş ?? Tek düğmeyle yüzlerce kuşu öttürüyorum ,cebimde nazlı nazlı süzülen Kri'mi okşuyorum...Lokum da endamını yanıma seriveriyor.... oooh tamamım ben şimdi...

29 Mayıs 2012 Salı

DUYU HAFIZASI ŞARKILARI NO : 3

          
                  
        Sakın kanala inme diyor annem,iki çocuk sele kapılmış ölmüş bak diyor dehşetli gözlerini kocaman açarak. Azıcık korkmuş olsam iner miydim yine de, iner de otoyolun karşısında ,lojmanın 1 km dışında bulur muydum kendimi acaba...

          O koskoca su deposunun kapağını kaldırıp bakar mıydım tel merdivene tırmanıp...
Ateşle oynar mıydım ağaç altlarında...Cesaret eder miydim toprak içinde ayaklarla annemin tertemiz salonuna girmeye..Gönüllü olur muydum karıncaları kurtarmaya....Papatyadan tacımla dünya güzeli seçilir miydim ayağımda bezden papucum, kucağımda kör kedicik...

          Bozuk para diye yutturduğum gazoz kapaklarıyla gazoz alabilir miydim....Atlayabilir miydim boyumdan büyük salıncaklardan...

         Özgür olmak ister çocuk,kanatları vardır görmezsin...Hiç uçmadım sanırsın ama senin  de çocukluk pabuçların vardı uçmaya hazır,hızını alırken eskidi de atıldı...

          İnmem anneciğim ne işim var diyorum...kocaman gözler yavrusuna güvenle gülümsüyor...


ESKİ ÇOCUK




Solda görünen kemerli balkonlu ev bizimdi...Bu sokakta bezden topla futbol oynardık. Sokak bize öyle büyük gelirdi ki...  Akşamları ise sağdaki elektrik direğinin ışığında oynarken;  ışığa büyü (zehirli örümcek) gelir diye hep tetikte olurduk. Sağdaki evde çocukluk arkadaşlarım Mehmet ve Mustafa Bağcı'lar; soldaki evde ise Mehmet ve Kadir Kutlu otururlardı. O zamanlar yerdeki döşeme yoktu. Doğal kayalıktı. Ben çeşitli modellerde tel araba yapardım. Herkes için sayısız tel araba yapmışımdır. Hey gidi günler. Bugün o günlere dönüp bakıyorum da…

       

 ESKİ ÇOCUK
Dönüp baksam uzaktaki çocukluğuma

sabahın gözyaşında düşer bayram.

Sararmış zamanların bağ arasından

gülümser mi bir salkım dönüp baksam?

Bilirim paslanmıştır sevinci

oracıkta kalmıştır tel arabam.

Dönüp baksam ki bahçemiz yerinde

kaysılar tatlanmış, çocukluğum yok.

Hem dargın hem peşimde masumluğum

batan günün suskunluğu yüzümde.

Belki kalkmıştır vapur, dönsem ne çıkar

martılar susmuş, çayım soğumuştur.

Yarınların kucağında bir bebeğim ki

içimde yağmalanan eski çocuktur. 



Babacığımın hazırladığı Silgi şiir dergisi bu ay Şiiristan adıyla çıktı.Daha önce yayınladığım bu şiirine orda tekrar rastladım.Bu defa öyküsünü de anlatmış...Hele bir de "eski çocuk"un yaşadığı o taş evi de göstermiş ki bu defa işte sofraya hem tatlı hem de görsel olanı koymuş ...Eee bana da bakmak ,hissetmek ve anlamak düşmüş...Çok Yaşa Babam !

28 Mayıs 2012 Pazartesi

ADOLF HİTLER, KADINLAR VE ÇOCUKLAR





Adolf Hitler’in propaganda şefi Dr. Joseph Goebbels özenle tuttuğu günlüğüne 29 Mart 1932 gecesi şu notu düşmüştü: “Önder (Hitler), kadına karşı alacağımız pozisyona ilişkin olarak çok yeni düşünceler üretiyor. Bunlar gelecek seçimler için belirleyici önem taşıyor; çünkü biz ilk seçimlerde bu alanda sert tepkilerle karşılaştık. Kadın erkeğin cinsel ve iş yoldaşıdır. Bu hep böyleydi ve günümüzün ekonomik koşullarında da hep böyle kalacaktır. Dün tarlada, bugün büroda, erkek hayatın örgütleyicisi, kadın ise onun yardımcısı ve yürütme organıdır. Bu düşünceler çağdaştır ve bizi yükseklere çıkaracaktır.”

Nitekim kadınlara yönelik olarak sürdürdüğü propaganda sayesinde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi 1933 seçimlerinde kadınlardan çok sayıda oy alarak iktidara geldi ve Hitler başbakan oldu.

***

Nazilerin başa geçmeleriyle birlikte Hitler’in kadın politikası da adım adım hayata geçirildi.

Nazi idealine göre kadın, kendilerinden önceki Weimar Cumhuriyeti’nde görülen özgürlükçü kadın hareketinin elde ettiği kazanımların tersine yeniden erkeğin egemenliği altına girmeliydi. Çıkarılan yeni yasalarla kadının eğitim ve çalışma olanakları kısıtlanıyordu.

1938 yılında kadının toplum içindeki rol ve değerinin vurgulanması doğrultusunda “Anneler Günü” ve “Anne Onur Madalyası” türü simgeler kurumsallaştırıldı.

Naziler, kadının özgürlük ve eşitlik istemlerini, dolayısıyla kadın kurtuluş hareketini cinsler arası yerleşik düzeni yıkmak için ortaya atılmış bir “Yahudi buluşu” olarak değerlendiriyorlardı.

***

8 Eylül 1934 günü Nürnberg’de toplanan NSDAP Kongresinde Hitler şunları söylemişti: “Kadının kurtuluşu/eşitliği/özgürlüğü, Yahudi beyni tarafından icat edilmiş sözcüklerdir. Biz, kadının erkeklerin dünyasına girmesini doğru bulmuyoruz. Bizim doğal ve doğru bulduğumuz, her iki dünyanın birbirinden ayrı kalmasıdır.”

Joseph Goebbels, Nazilerin kadın politikasını tek cümlede özetliyordu: “Kadın için öncelikli, en iyi ve ona en uygun yer ailedir; onun yerine getirmesi gereken harika bir görevi vardır: Halka çocuklar armağan etmek!”

“Anne Onur Madalyası”nın dağıtımına 21 Mayıs 1939 günü başlandı. Çok çocuk doğuran annelere madalya veriliyordu. Dört ve beş çocuk sahibi anneler bronz, altı ve yedi çocuklular gümüş, sekiz veya sekizden fazla çocuğa sahip olan anneler ise altın madalya ile ödüllendiriliyordu.

Alman kadınların çocuk aldırmaları ise büyük bir suçtu. Ceza Yasası’nın Weimar Cumhuriyeti döneminde kaldırılmış olan 219 ve 220. maddeleri ağırlaştırılarak yeniden yürürlüğe girdi. Kürtaj yalnızca Yahudi ve başka “aşağı” ırklardan kadınlar için serbestti.

***

Nazi devletinde Alman çocukları ve gençleri büyük önem taşıyorlardı. “Mükemmel bir gençlik” yetiştirmek Hitler’in idealleri arasındaydı. Kendi sözleriyle “sert bir pedagoji anlayışı” vardı. Güçsüz, güçlü olanın önünde engel oluşturmamalıydı. “Benim ülkemde öyle bir gençlik yetişecek ki onun önünde dünya korkuya kapılacak” diyordu, “güçlü, soylu, korkusuz bir gençlik.”

Hitler için gençlik “her şey”di. En şiddetli acılara bile dayanabilmeli, güçsüzlük nedir bilmemeliydi. “Özgür, fevkalade bir hayvan gibi gözlerinden şimşekler çakmalıydı” o gençliğin. Bir konuşmasını, “Benim gencim güçlü ve güzel olmalı” diye bitirmişti.

Ne var ki o güçlü, güzel gençlik II. Dünya Savaşı’nda tükendi. Almanya milyonlarca insanını yitirdi, Hitler’in başlattığı savaş Avrupa’da 50 milyon kişinin ölümüne neden oldu.

***

Bana belki, “Bu yazıyı neden yazdın” diye soracaksınız. Belki duyduğum bir şeyler bu konuyu çağrıştırmış olabilir. Bilemiyorum!

Deniz Kavukçuoğlu
28 Mayıs 2012 – Cumhuriyet

12 Şubat 2012 Pazar

SAHİP OLDUĞUMUZU SANDIĞIMIZ MADDİYAT UYDURULMUŞ GERÇEKLİKTİR !




                     Amerika'nın son alışveriş trendi: Alışveriş yapmamak!

    Hatta eldeki mallardan da kurtulup, hayatı sadeleştirmek! Kriz sonrası, çalışanlar, gelirlerinin daha büyük bir bölümünü harcamayıp biriktirmeye başlayınca, ABD'li üreticilerin etekleri tutuşmuş! Şu ara yapılan çoğu tüketici araştırmaları "Bu adamlar ne satın alırlarsa mutlu olurlar?" la ilgili.

      Ortaya çıkmış ki bir servis almak, mal almaktan daha faydalı insan doğasına.Yani bir ayakkabı yerine kutu oyunu, pahalı bir çanta yerine spor salonu üyeliği, araba yerine seyahat, ruj yerine sinema bileti, insanları daha mutlu ediyor! Bir tecrübe satın almak, kişiye daha yoğun ve uzun süreli bir tatmin sağlıyor. Üstelik 'Mal edinmenin mutluluk getirmediğini öğrenen 'dünyanın en çok satın alan halkı', kocaman otomobillerini, dört oda bir salon evlerini, 48 parçalık yemek takımlarını, doğrayan parçalayan karıştıran onlarca mutfak aletlerini satıp, ayrı bir oda haline gelmiş gardıroplar dolusu giysilerini fakirlere bağışlayıp hayatlarını sadeleştiriyor. Bazı aileler 40 metrekare bir evde, dört tabak, dört bardakla ve işe bisikletle gidip gelerek yaşamanın onları hiç olmadıkları kadar mesut ettiğini iddia ediyor. Bu esnada biriktirdikleri parayı yoga derslerine ve ta tillere harcıyorlar.

 YÜZ EŞYAYLA YAŞAMAYA DAVET!

        Bir internet sitesi, tüketicileri sadece ve sadece 100 adet kişisel eşyayla yaşamaya davet ediyor! Yani kıyafet, kozmetik, ayakkabı, kitap, kalem, her şey toplam 100 parça edecek. Sitenin çağrısı büyük ilgi görüyor ve internet kullanıcılarından hatırı sayılır sayıda bir grup, kişisel eşyalarını hayır derneklerine bağışlayıp hayatlarındaki kalabalıktan kurtuluyor.

     Hikâye, psikologlara göre şu: İnsanlar, iyi ya da berbat, yaşamlarındaki tüm değişikliklere çabucak alışıyor ve doğalarında var olan sabit mutluluk seviyesine bir an önce ulaşmaya çalışıyorlar.

          Ebeveynlerinden birini kaybeden bir insanın bir süre sonra eski mutluluk ve
neşesine kavuşması da bu yüzden, yalı alanın birkaç yıl sonra yalıda oturmayı kanıksayıp  eskisi kadar  'mutsuz ' olması da! Yani para mutluluk getirmiyor denemez ama parayla satın alınan mallar mutluluk getirmiyor! Şan dersleri, seyahatler, piknikler, tiyatro oyunları filansa başka! Farklı tecrübeler hayatı zenginleştirip memnuniyeti yükseltiyor! Los Angeles'lı filmci Roko Belic dünyayı dolaşıp *Happy *(*Mutlu*) isimli bir belgesel üzerinde çalışıyor. New York Times gazetesinin haberine göre San Fransisco'nun kalburüstü semtlerinden birindeki evini bırakıp, hayatını tamamen değiştirip, Malibu plajında bir karavana taşınmış! Haftada üç dört gün sörf yapabildiği için şu anda ufacık karavanda çok daha mutlu bir hayat yaşadığını anlatmış.

  AVUCUNUZU AÇMAYI DENEDİNİZ Mİ?

        Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır: Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp
 yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan  maymun çok nadir görülür.

       Bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve  zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken;  elimizi açıp  benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır! Bu örnekle benzeştirirsek; ben, sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmediğimizi düşünüyorum:

  -- Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep  telefonlarına sahip olmak,
  -- Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 10-20 kat büyük evlere sahip olmak,
  -- Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,
  -- Okumadığımız kitaplara sahip olmak,
  --Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,
 -- Bize günde 3-5 kez zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren kol  saatlerine sahip olmak,
  -- Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak; tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak,
  -- Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol  takımı taraftarlığına sahip olmak,
  -- Oturmadığımız koltuk takımları, izlemediğimiz dev ekran televizyonlar;  kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha nelere sahip olmak... Ya da sahip  olduğumuzu sanmak...
  -- Sadece çevre olsun diye bulunduğumuz ortamlar ve arkadaşlıklar!

         O maymun gibi; avucumuzda tuttuğumuz sürece (faydalanamasak bile) sahip
  olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan
  vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir
  hale gelmeyecek miyiz?

         Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Ah bunu
  bir anlayabilsek...


 Doç. Dr. Erol ERÇAĞ



      

3 Şubat 2012 Cuma




Gençken tekneler beni büyülerdi. Küçük bir kayığım vardı ve yalnız başıma göle açılırdım. Saatlerce orada kalırdım. Bir seferinde güzel bir gecede kapalı gözlerle, kayığımda meditasyon yapıyordum. Akıntı aşağı boş bir kayık geldi ve benimkine çarptı. Gözlerim kapalıydı, bu yüzden şöyle düşündüm:

Biri kayığıyla geldi ve kayığıma çarptı.'

İçimde öfke yükseldi. Gözlerimi açtım ve öfke içinde adama bir şey söyleyecekken kayığın boş olduğunu fark ettim. O zaman hareket edecek yön kalmadı. Öfkemi kime ifade edecektim? Kayık boştu. Yalnızca akıntı aşağı yüzüyordu ve gelip benim kayığıma çarpmıştı. Bu yüzden yapacak hiçbir şey yoktu. Öfkemi boş bir kayığa yansıtamazdım.

Gözlerimi kapattım. Öfke oradaydı ama çıkış yolu bulamadığımdan gözlerimi kapattım ve öfkeye doğru geri geri yüzdüm. Ve o boş kayık benim fark edişim oldu. O sessiz gece, içimde bir noktaya geldim. O boş kayık benim ustamdı. Ve artık biri gelip bana hakaret ettiğinde gülüyorum ve diyorum ki:

Bu kayık da boş...

Gözlerimi kapatıyorum ve içeriye gidiyorum.

-Zen ustası Lin Chi'den-