16 Aralık 2015 Çarşamba

SIR

    Birisi sana önemli bir sırrını verdiğinde, bu sır artık senin de hayatının bir parçası gibi görünür. Zaten senin hayatına da bir yerinden dokunuyor olmasaydı sana sır olarak gelmezdi. Sendeyse herhangi birisi olmadığın için sende. Sır verenin sezgileri tarafından mükemmel bir biçimde seçilmişsindir. Bu yüzden de ketum davranmak zorlaşır. Çünkü bu sır seni bir şeyleri düşünmeye ve sorgulamaya iter. İster istemez üzerinde yoğunlaşırsın. Bu sorgulama hayatında yeni bir anlam doğurur ve bunu başkalarıyla paylaşmak istersin. Tıpkı sırrını sakladığının seninle paylaşmak istediği gibi. Sen de farkında olmadan sırrının kalbine ve aklına dokunacağı birini seçer ve sıkı sıkı tembihlersin...
      Size bir sır vereyim mi: İşte bu yüzden aslında sır sır değildir. O kişiler arası iletişimde bir derin ağdır. O ağa kimlerin karılacağını bilinçle değil sezgiyle belirleriz...

2 Eylül 2015 Çarşamba

İnsan Neden...


  
      Yaşam hepimize sonsuza kadar var olma şansı vermiş gibi gülümser. Ama işler bir yerde umulmadık biçimde değişir. Neden ummazsak ? Milyonlarca yıldır olan biteni gördüğümüz, kendi ölümümüzden ölesiye korktuğumuz halde bir türlü inanamayız bir gün olmayacağımıza... Ama yaşam bize nasıl gülümsediyse sanki biz hiç olmamışız gibi kalanlara ve yeni gelenlere gülümsemeye devam eder.
        Psikiyatrik araştırmalara göre çocuklar büyüklerden daha az ölüm korkusu yaşıyorlarmış. İnsanoğluna göre bir şey ne kadar az deneyimlenirse o kadar inanılmaz oluyor. Büyüdükçe, doğada ölümle ilgili deneyimler edindikçe ve yol arkadaşlarını tek tek kaybettikçe her insan evladı kendi ölümünün gerçekleşeceğine inanmaya başlıyor. 
        Yani aslında ölümden korkmayı zamanla öğreniyoruz ve bu korku halini sürekli taşıyamayan beynimiz unutmak için çabalıyor. Nedensiz huzursuzluklar yaşıyoruz ya zaman zaman, hepsi var oluşumuzun devamına olan güvensizliğimizden işte.  "Her anksiyete bir korku olmaya çalışır." diyor İrvin Yalom. Evet durup durup hayatı bize zehir edecek korkular buluyoruz, kaygılar ediniyoruz, panikliyoruz. Ve tabi ki psikiyatri biliminde bunların karşılığı kaygı bozukluğu, anksiyete, panik bozukluk gibi adlarla anılan hastalıklar oluyor. Yani ölmekten öylesine korkuyoruz ki korku eşiğimizi aşarak sinsice saklanıp bizi hasta etmesine izin veriyoruz.  
         Artık var olmamak...belki de ölmek korkutucu değil. Artık var olmamak korkutucu... Onca duygu onca doyum varken sen yoksun bir düşünsene... Varken farkında olmadığın ve ertelediğin en basit şey bile özleme dönüşüyor. Varlığını boşa geçirmişlik... İşte bu düşmanının bile sana yapamayacağı şey... 
        İnsan neden ölür ? Cevabı çok... En basit entropi işte! Peki neden yaşar? 
Belki de bu sorunun cevabını bulmak için...

3 Haziran 2015 Çarşamba

Tarihin Fısıltısı

 

       Tarihe neden ilgi duyuyoruz? Geçmişte yaşamış olan insanları anlamaya çalışıyoruz. Onlardan bugünümüzü aydınlatacak işaretler almak istiyoruz. Daha önce bu dünyadan geçmişleri, yaşayıp ölmüşleri anlarsak kendi hayatımızın anlamını bulabileceğimizi umuyoruz. Ama olmuyor. Bunu yaparken bazı önemli noktaları gözden kaçırıyoruz. 
       Bir tarih kitabını karıştırırken, müzelerin soğuk atmosferinde sessizce dolaşırken, ören yerlerini ziyaret ettiğimizde yaşamış bir şeylerle değil ölmüş birşeylerle karşılaşma enerjisi taşıyoruz. Evet geçmişle ilişki kurmak için sakin ve dingin bir enerjiye ihtiyaç duyuyoruz, anlıyorum. Ama ya öyle değilse?  
       Bir ruhu anlamak için o ruhu hissetmek gerekmez mi? O halde ruh çağırmalıyız belki de. Bir mezarlıktaymışcasına sessiz sedasız,  ölmüşleri ziyaret etmek yerine onlara biraz canımızdan üflemeliyiz. O insanlar öldüler evet ama öncesinde yaşadılar. Ölümlerinden de öğrenilecek çok şey var tabi ama yaşamlarını anlamak istiyorsak ortama biraz ruh katmalıyız.       
       Yıkılmış kentlerini gezdiğimiz hiç kimse yaşarken o yollarda bizim gibi sakince gezmemiştir belki. Kim bilir ne telaşlar adımlamdı, ne heyecanlar midede kelebek oldu Bergama'nın agorasında, Perge'nin stadyumunda Efes'in akropolünde, yamaç evlerinde, Topkapı'nın dairelerinde, Side'nin tiyatrosunda...
       İşte bu noktada devreye tüm ihtişamı ve gerçekliğiyle sanat giriyor dostarım. Çünkü hayal etmek, tüm çağlarda varolduğunu hissetmenin tek yoluydu. Ve hayal etmek "tüm çağlarda varolma" nın da tek yolu. Her kafa, her kalp farklı çalışır. Algı ve hayal gücü kişiye özeldir. Bir sanat eseriyle karşı karşıya gelen her insana sadece ona söylenmesi gereken bir varoluş biçimi fısıldanır sanki.  Bir tiyatro oyununun, bir konserin, bir dans gösterisinin ya da bizzat görev alacağınız bir sanatsal atölyenin bu 1000 yıllık şehirlerden birinde, sahnede, stadyumda, agorada, müzede, tüm kentte gerçekleştiğini gözlerinizin önüne getirdiğinizde bile heyecanınız yükselmiyor mu? Böyle etkinliklerle ha deyince karşılaşamıyoruz tabi. 
        Ben duyumsamak için ne mi yapıyorum? En son Efes'e gittiğimde tiyatroda bağıra çağıra son sesim ve enerjimle şarkı söyledim. Kimse deli demedi. Aksine enerjinin yükseldiğini hissettim. İnsanlar ölü ziyaretini bırakıp yüksek sesle konuşmaya, gülmeye, koşmaya eğlenmeye başladılar. Bir anda o ölü kentin ölü tiyatrosu canlı enerjiyle doldu. İşte öyle anlarda  canlanan ölüler kulağınıza duymak istediklerinizi belki de duymaktan korktuklarınızı fısıldıyor. Duyduklarım benimdir. Söylesem de işinize yaramaz çünkü onları ben duydum. Sizin de tarihten bizzat işitecekleriniz var. 
      Ölü sandığınız yerleri canlandırmaya karar verdiğinizde kulaklarınızı da dört açın.

Sağ ve mutlu günler dilerim...

 Emek B.U. 

29 Eylül 2014 Pazartesi

Pamuk Şekerden Bulutlar

En tepedeki pamuk şeker bulutlar...Onlar aşağılardaki kıpır kıpır karanlık bulutlar gibi değil daha güven verici, güneşle uzlaşma halinde. Diğerleri geçici de olsa onlar güneşin yareni, daima  yüksekte ve kocaman ve dahi güleryüzlüdürler. Her zaman güvende hissederim onları seyrederken. Büyürken bulutlar da değişir. Değişken, geçici, kasvetli çok zaman güvenilmez ve fevri olurlar. Oysa pamuk beyazı kuzu kılıklı bulutlar çocukluğundan beri bulut deyince aklına gelenlerdir. Hep vardır, hep de olacaktır. Gökyüzünün demirbaşıdır. Çocukluğun bitmediğinin garantisidir onlar. Ama onlar da geçip gidiyor ve biz fark etmiyoruz diyor sevdiceğim. Evet sevgilim yaşam da öyle işte ...Ömrün en güzel günleri bulut gibidir. Ancak yağdığında anlarsın geçtiğini... Yağmıyor, dağılıp gidiyorsa kendini anlam veremediğin bir fırtınanın içinde bulduğunda sorarsın: Ben bu ana nasıl geldim?
 
                                  Emek. BU.

7 Eylül 2014 Pazar

Aman ha yanılma! Yanılsa :)


Kedim bazen boşluğa gözlerini dikip duruyor. Derler ya başka boyutları görüyorlar diye, bunları düşünürken farklı  boyutların bizdeki karşılığını konuşuyoruz sevdiceğimle. Hayvanların duygularından milyonlarca yıl önceki yaşam formlarına... insan beyninin  evrimsel gelişimine kadar uzanıyoruz.   Düşünsene diyorum homosapiens ilk varolduğunda ona telefon ya da televizyondan tattırsan dünyası birbirine girerdi, tapmaya başlardı anlamadığına karşı büyük bir korkuyla. Bizim de farkımız yok aslında. Algımızı zorlayan, açıklayamadığımız nice şey var. Örneğin neden uzaydaki nesneler topaç gibi dönüyor arkadaş bu neyin kafası? Uzay sandığımız gibi koca bir boşluk değilmiş üstelik ! Uzayın bükülebilirliğini düşününce nereye düştük biz arkadaş diyor insan! İlk insan için televizyonu açıklamak ne kadar imkansızsa bizim için de bu durum öyle. Kaldı ki televizyonun nasıl çalıştığını ben hala açıklayamam :) Sadece benim doğduğum dünyada zaten vardı ve normaldi. Yalnızca bu bile pek çok şeyi sorgulamadan kabul etmemize neden değil mi zaten... "Algılamak zorsa kabullen!"bükemediğin eli öpeceksin yani!  İşte insan olmanın parolası! Sorma , sorgulama...tüm bu yanılsamayı, uydurulmuş gerçekliği "yaşamaya" devam et... Varoluşun topyekun bir ilüzyon olduğu duygusu yüzüne   vurdukça tüm bu kandırmacaya karşılık ona kapılıp gitmek yerine kendi kişisel yanılsamanı yaratmandır  sanat diyorum. Şu koca kandırıkçı evrende tek anlamlı tek gerçek şeydir ... Sanat ve aşk aynı boyutu paylaşır üstelik. Kendi gerçekliğimin  şerefine bir şeyler uyduracağım, yanılsamayı aşkla kandıracağım bugün de...

27 Temmuz 2014 Pazar

Çünkü benim sıram...



        Şuna bak ne rahat dediğimiz bize göre savruk ama neşeli  insanlar dünyaya güvenle teslim oldukları için rahattırlar ve yaşamlarından zevk alırlar. Kontrolcü insanlar endişelidirler çünkü dünyaya güvenmez ve teslim olmazlar. Ölmemeyi düşünerek hep tetikte yaşarlar. Dünya üzerinde kendilerine ayrılan vakti ölmeden yaşayabilmek için hep dikenli bir koltukta oturuyor olduklarından herşeyin kontrollerinde olmasını isterler ve tam da bu yüzden yaşamın gerçek tadını almadan sıralarını savarlar. 
        Oysaki hayat yerleşmek ihtiyacındadır. Yerleşmek orada uzun süre bulunacağına emin olmaktan geçer. Bir yere ait olmak tüm bu sürecin sonunda bu yaşanmışlıkla ortaya çıkan en güzel duygudur. Ama endişeler yüzünden yaşanmışlığımız hakkını verir şekilde serpilemez ve dallanmazsa aidiyet ortaya çıkmaz ve aidiyet yüzünü bizden sakındıça güvenmemeye ve teslim olmamaya devam ederiz. 
        Kendime diyorum ki: kontrolü bırak ve bir an önce teslim olmaya bak!
        Dünyadan milyarlarca insan geçti. Hepsi öldüler. Şimdi benim sıram ve tekrarı yok. Her yaşanmış gün, ölüp gitmiş gündür. Gün batımından önce ne gelirse kabul etmek en büyük uzlaşma ve bu düşünce beni en çok hayata bağlayan şey. Yaşamımın değerini unuttuğum her an kendime gelmek için aldığım soğuk duşum.  Ölüm korkuma karşı şavaş ateşimi söndürüp mangal ateşimi yakan gerçek. Böylelikle düz bayırdan, bitli çayırdan geçip akılla uzlaşıyorum. Çünkü ben aynı zamanda kalbim ve her kalp çırpınarak bir yerlere ait olmak ister.
        Gençliğimde en çok sorguladığım şeydi neden bir yere ait hissetmediğim. Ait oldukça anlıyorum anladıkça ait oluyorum. Her yaşantım için minnettarım. İyi ki VARım...

                                     emek.bu.
Foto: İztuzu Plajı 

20 Mart 2014 Perşembe

Ölümsüz kır çiçeği




      Aklımın yeryüzü iç denizlerimi kurutuyor bazen. Baskına geliyor aklım kalbimin orta yerine...İşte ben o zaman...
      Yüksek bir dağın tepesinden atlamak istiyorum.Atladığım yerde delirmiş köpüklü bir deniz olsun istiyorum. Öyle bir atlayayım ki düşmenin ağırlığı, ölmemenin hafifliği her yanımda köpürsün istiyorum. Bu gelgitin etkisiyle iç denizlerim ölçeğini şaşırsın dengem bozulsun istiyorum. Napacağım ki dengeyi hem, cambaz mıyım ben? Kaybolmanın dengesini özlüyorum. Nerde olduğumu bilmemek ve bundan hoşlanmak istiyorum.
      Gözlerimi kapatınca geçmişin renkleriyle dolu güneşli bir gün fotoğrafı beliriyor. Tozlu toprak bir yol, iki yanında salkım söğütler, çınarlar...Renk renk bisiklerin süslediği yoncalı bir patika.Kısacık şortları,yaralı dizleriyle koşturan çocuklar. Kapağı yeni açılmış gazozların köpürüşü. Gazoz köpüğünden heyecanlar. Yere sek sek çizmenin ellerde bıraktığı tebeşir tozu. Beş çocuktan en az üçünün genzini tıkayan leblebi tozu. Sarı çiçeklerle kaplı bir tarlada yuvarlanmak...Çocukluğun tozlu fotoğrafının hissettirdiği tazelik...
      O fotoğrafa girmek istiyorum. Sessizce girip bir köşeye oturmak, alışırsam oyuna katılmak istiyorum.Fıss diye bir gazozu açmak, şişeyi yüzüme yaklaştırıp o en mutlu patlamaları hissetmek istiyorum. Kimse yok tanıdığım, kimse yok tanışmayacağım,kimse yok ölümlü...
Çocukluk ölümsüzlüktür, ölümsüzlük babamın da dediği gibi gökyüzünde bir ayak izi...

      Ölümsüz bir kır çiçeği olunur mu? Ben olmak istiyorum... 
   

                                                                                             Emek.B.U.🌼